Türk halkını kahreden hadiselerin başında Türk kimlik ve pasaportu taşıyan Siyonist kimseler gelmektedir. Bu Siyonistler ve destekçileri 7 Ekim saldırısı sonrası aslında kendilerini evlerinde hissettikleri Türkiye’de kamuoyuna aleni beyanatta bulunmaktan çekinmemişlerdi.
Mine Gümüşkaya, Umay Akçay gibi ifritler doğrudan İsrail ordusuna katılan ve tespit edilen Siyonistlerdi. Bu iki kişi hakkında açılan soruşturmanın neticesi ve Türkiye’ye dönüp dönmedikleri hakkında bir malumat bulunmamaktadır. Elbette bu İzmir’den çıkıp İsrail’e katılan kişiler tespit edilmiş kişiler sadece; kim bilir kaç isim daha Türk pasaportu taşırken bu cürme bulaştı.
Bir de Siyonizm’in insanlıktan çıkardığı işbirlikçiler de söz konusudur. Bunlar da savaşın başında gür bir seda ile konuşuyorlardı. Bunların içinde hatırlarsınız Azra Kohen isimli sözde yazar ama ruhu körelmiş kadın, Gazze’de annelerin çocuklarını bilerek İsrail bombalarının önüne attığını ve İsrail’i zor durumda bıraktığını söylüyordu.
Endülüs düştüğünde zulme ve cinayete maruz kalan yalnızca Müslümanlar değildi. Yahudiler de uzun asırlar boyu bölgede Müslümanlarla kurdukları iyi ilişkiler hasebiyle bir nefret nesnesine dönüştürülmüştü.
Her şeyi İspanya sürgünüyle başladı
Sultan Beyazit, Müslümanlarla beraber Yahudilere de yardım elini uzatmıştı; ama 12 yaşından küçük çocukları zorla alıkoyan despot yönetim Dar’ül İslam’a geçişlerine müsaade etmedi. İşte Osmanlı topraklarına göçen bu Yahudi ailelerden birisinin 1626 yılında bir çocuğu dünyaya geldi.
Bu çocuğa Sebatay Sevi ismi konuldu.
Sebatay Sevi’nin tuhaf hayatı
Sabatay, Şabat gününde doğan çocuklara verilen isimdi. Sabatay Sevi’nin bir Osmanlı Yahudi’si olarak önünde yürüyeceği iki yol vardı: Ya ticaretle uğraşacaktı yahut din adamı olacaktı. Okumaya olan merakı onu dine yönlendirecekti; fakat onun dine merakı bir çeşit mistisizm olan Kabala öğretisine yoğunlaşacaktı. Kesif zekâsı ile henüz 18 yaşında haham olan Sevi, bilhassa Mesihlik mesesine takıntı derecesinde ilgiliydi.
Tanah ve Zohar olarak bilinen Kabala mistisizminde uzmanlığını ilerleten Sevi, İzmir Yahudi cemaati tarafından aforoz edilerek şehirden sürüldü. Selanik, Halep ve Kudüs gibi vilayetlerde bir süre yaşayan Sevi, gücünü Gazzeli Yahudiler üzerinden tahkim edecekti.
Sevi’nin en büyük icraatı kendisini Mesih ilan etmesi oldu. Bu haber İstanbul’daki Yahudi cemaati arasında infiale neden oldu. Veziriazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa meseleyi anlamak için Sevi’yi 1666 yılında tutuklattırdı. Zincirlere vurulmuş Sevi, İstanbul’a getirildiğinde daha önce Yahudi ahalisinden görülmemiş bir cürüm icra oldu ve Türk askerine kurşun sıkıldı. Hatta öylesine haşin bir çatışma meydana geldi ki Sevi de bu çatışma da yaralandı. Bu ahvali haber alan Müslüman ahali Sevi’yi linç etmek için bulunduğu zindana yürüdü.
Bu hadiseler, Sevi’nin Yahudiler arasında sempati toplamasına neden oldu ve yine daha önce hiç görülmemiş bir hadise yaşandı. İstanbul’un Yahudi ahalisi bir çeşit greve gitti ki bu İstanbul’da hayatın durması anlamına geliyordu. Tüm İstanbul iaşesi başta olmak üzere ticari hayatı yöneten Yahudi halkın bu kararı sonrası Veziriazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Sevi’yi bizzat muhakeme ettikten sonra idama gerek olmadığına hükmetti. Sevi, mahkemede kendisini Mesih olarak değil de Kudüs Yahudilerine yardım toplayan bir din adamı olarak tanıtması şüphesiz idam kararını iptal eden en önemli gerekçeydi.
Yahudi ahalisi ilk defa Osmanlı yönetiminden naz-niyazla değil de politik güç kullanarak bir kazanım elde etmesi Sevi’nin Selanik Yahudileri arasında kahramana dönüşmesini sağladı. Merkezden uzak yaşayan Selanik Yahudileri, İstanbul ve İzmir Yahudilerinden farklı olarak kendilerini Devlet-i Ali’den ziyade Düvel-i Muazzamaya yakın hissediyorlardı. Bu sebeple devlete bağlılıkları da diğer şehirlerdeki Yahudilerden çok daha zayıftı.
Sevi’nin başını yakacak olan Yahudi ise Polonya’dan gelen Nehemiah Kohen olacaktı. Kendisinin de Mesih olduğunu iddia eden Kohen; Sevi ile yaptığı üç günlük münazaranın ardından tuhaf şekilde soluğu Devlet-i Ali’nin kapısında alacaktı. Kohen’in jurnaline göre Sevi yalnızca Yahudiler için değil; Osmanlı için de büyük bir tehditti. Bu ihbardan sonra Sevi’nin namı Padişah dördüncü Mehmet’e kadar ulaşacaktı. Edirne’de bulunan padişah bu Mesih iddiasındaki adamın bizzat huzuruna getirilmesini emretti.
Sevi’nin Müslümanlığı
Padişah, kafes arkasında Sevi’nin mahkemesini dinlemiş; Sevi bir önceki muhakemesinde olduğu gibi tüm Mesihlik iddialarını reddetmiş ve Devlet-i Ali’nin merhametine sığınmıştı. İddialar sonrası padişah şöyle bir karar verecekti. Sevi ya Müslüman olacaktı yahut da kazığa oturtulmak suretiyle idam edilecekti. Mesih iddiasındaki Sevi, hiç tereddüt etmeden Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Bu durumdan son derece memnun olan padişah sözde Mesih’e kendi ismini vermiş ve Sebatay Sevi birkaç dakika içinde Müslüman Mehmet oluvermişti. Sevi mahkemeden çıkartılıp hamama götürülmüş bir güzel yıkanmış, yeni kıyafetler giydirilip üstüne bir de devlet memuru yapılmıştı. Karısı Sara Sevi de kocasının izinden giderek Müslüman olmuş ve Fatma adını almıştı.
Bu kaotik ortam Sevi’ye bir şey göstermişti. Yalnızca din değiştirerek Osmanlı bürokrasisi içerisinde çok kritik görevlere gelmek mümkündü. Karadağ’a yerleşen Sevi, görünüşte gücünü kaybetmişti; ama müritlerine kalben olmasa da Müslüman suretinde Osmanlı bürokrasisinde ilerlemelerini öğütlemesi Yahudilikte daha önce görülmemiş yeni bir akımın doğmasına neden olacaktı: Sebataycılık…
Bu inanışı paylaşan kişiler zahiren Müslüman gibi yaşıyorlardı. Namaz kılıyor, Kur’an okuyor hatta Hacca bile gidiyorlardı. Kendilerini ne kadar iyi gizleyebilirlerse Mesihlerini o denli memnun ettiklerine inanıyorlardı. Hatta Sebataycılığın en büyük zorluğu çocuklarının gerçekten Müslümanlığa meyletmelerinin yarattığı krizdi. Birçok Sebataycı birkaç nesil içinde gerçekten Müslümanlaşması bu öğretinin en büyük problemlerinden birisiydi.
Osmanlı Devleti, ise Yahudilerin büyük gruplar halinde Müslümanlığa geçmesinden büyük memnuniyet duymuş, o yüzden Sebataycıların devlet ricalinde bir tehdit haline gelebileceğini düşünmemişti.
Sevi’nin ölümünden halifesi Yakup Çelebi (Josef Kerido) Selanikli zengin Yahudilerin içinden önemli aileleri bu inancı paylaşmaya davet ederek önemli bir güç tahkim etmişti. Yakup Çelebi, devlet kademelerinde Sebatayların yükselmelerini sağlayarak kendilerine yönelik devlet ricalinden gelebilecek soruşturmaların önünü keseceklerdi. Öte taraftan Yakup Çelebi; Mevlevilik, Bektaşilik ve Melanilik gibi dini ekollerde yükselecek Sebataycılar yetiştirerek yalnızca devletin içine değil, dini grupların da içine sızmayı deneyecekti.
Kendi içlerinde Yakubiler, Karakaşlar, Kapaniler gibi gruplara ayrılan Sebatayistler birbirlerine düşene kadar devletin onlardan ne haberi ne de haklarında malumatları vardı.
Sebataycıların devletin en tepesine 1908 yılındaki İkinci Meşruiyetle çıktığı ve çeşitli nazırlıklar elde ettiği iddia edilmektedir. Ilgaz Zorlu’nun “Evet Ben Selanikliyim” kitabı Sebatayistlik hareketinin Cumhuriyet döneminde de etkisini sürdürdüğünü iddia etmektedir. Spor camiasından sanata ve iş dünyasından birçok ismin cemaatlerini koruyarak tekel oluşturduğunu iddia eder. Sebatayistlik ile alakalı hiçbir yazılı belge, hatırat, arşiv bulunmaması nedeniyle söylenenlerin tamamı farazidir. Bir kişi birini çekinmeden ve kanıtlara dayanmadan birisini Sebataycılıkla suçluyorsa muhtemelen Sebatycı iddia sahibinin kendisidir.
Sebatay Sevi’nin bıraktığı bu ahlaksız miras özellikle siyaseten Siyonist ve Türk pasaportu taşıyan kimselerin sıklıkla başvurduğu öğretiye dönüştü. Keşke 7 Ekim’den sonra pervasızca konuşan o kimseler şimdilerde de kendilerine bu kadar aleni deşifre edebilselerdi.
Mehmed Mazlum Çelik