CHP lideri Özgür Özel partisinin grup toplantısında “Yeniden Meclis çatısı altındayız. 3 büyük krizi yaşamaya devam ettik. Demokrasi krizi, adalet krizi, ekonomik kriz” ifadelerini kullandı. Özgür Özel, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin öldürülen avukat Serdar Öktem’e ilişkin soruya yanıt vermemesine ilişkin “Bütün Türkiye konuşuyor, birileri susuyor. Ankara’nın ortasında vurulan MHP’li. Vurup da yargılananlar MHP’li. Azmettirenler MHP’li. Serbest bırakıldıktan sonra susturulan MHP’li. Susturtanlar MHP’li. Konuşmayan bir tek sensin MHP’li. Hak ettiğini duyarsın” ifadelerini kullandı.
Özel, konuşmasında şu ifadelere yer verdi:
“70 gün aradan sonra yeniden Meclis çatısı altındayız. Maalesef bu 70 günde can sıkan sorunlar seyrelmedi, aksine arttı ve çoğaldı. Üç büyük krizi yaşamaya devam ettik: Demokrasi krizi, adalet krizi ve bunlara bağlı olan ve kötü yönetimin sonucu ekonomik kriz. 70 gündür ülkenin sorunları büyürken bizler de mücadelemizi büyüttük. Yaz boyunca 81 ilde çalıştık. Derdi olanların ayağına gittik, sorunlarını dinledik. Partimize yönelen saldırılara karşı bir arada durduk ve kenetlendik. Birileri klimalı salonlarda kendi atadıklarına kendini alkışlatırken, biz 70 günde 20 büyük eylem yaptık. 19 Mart sonrası 60’ıncı eylem için de yarın yine İstanbul’dayız, meydanlardayız. Biz milletten aldığımız güçle meydanları doldururken, bizimle siyasi rekabet edemeyenler saldırılarını sürdürdüler. Biz mücadeleyi büyütürken onlar kumpasları büyüttüler. Yaptıklarıyla milletin gönlünden düşmüşlerdi, gözünden de düştüler. Okyanus ötesinde meşruiyet aramaya giriştiler. Trump’la beş dakika görüşme yapabilmek için akıl almaz tavizler verdiler. 70 gün yan gelip yatıp milletin dertleriyle ilgilenmediler. Sonra 1 Ekim’de Meclis’e gelip buradan kameraların karşısında poz kestiler.”
“İKİYÜZLÜLÜĞÜNE TANIKLIK ETMEK İSTEMEDİK”
“Biz 1 Ekim öncesi bir karara vardık. Meclis’i işine geldiğinde çalıştıran, işine gelmediğinde bypass eden; millet iradesine saygısızlık edip, bir darbeye kalkışan; milletin payına değil, varsa yoksa kendi payına çalışan bir iktidarın başındaki zatın bu çatının altına gelip, bir açılış konuşması yapıp, orada demokrasiden, iletişimden, anlayıştan, birlik ve beraberlikten söz edip, dönüp gidip zulme devam edecek olan ikiyüzlülüğüne tanıklık etmek istemedik. O gün hiç şüphe yok ki bu durumdan duydukları rahatsızlıktan, bunu ‘Milli iradeye saygısızlık, Meclis’e saygısızlık’ diye nitelendirmeye çalıştılar. Bunu söyleyenlere şunu hatırlatalım: 15 Temmuz gecesi darbe gerçekleştiğinde… Bütün darbeler ki doğası gereği iktidara yapılır ve bütün dünya döner, muhalefete bakar. Ama ana muhalefetin gözünün içine bakar. Biz o gün o güne kadar ki olanca haksızlığa, hukuksuzluğa, aramızdaki çelişkilere, kavgalara rağmen; değil mi ki sandığı getiren partiyiz, değil mi ki çok partili rejimi getiren, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısını kutsal gören, bu milli iradenin tecelligahına sahip çıkan partiyiz. O gece bir karar verdik. Düşünmeden genel merkezimizde toplandık, muhataplarımızı aradık. ‘Meclis’i açın, çalıştıralım. Darbeye oradan birlikte direnelim’ dedik. ‘Cumhuriyet Halk Partisi, yüzyıllık partidir. Yeneriz, yeniliriz. Millet yeni bir görev verene kadar muhalefet partisiyiz. Başka bir şeye tenezzül ve tevessül etmeyiz. Seçilmiş parlamentonun ve demokrasinin arkasında, darbecilerin karşısındayız’ dedik. 15 Temmuz gecesi darbecilerin karşısındayken, AK Parti grubundan milletvekilleriyle beraberdik. Tayyip Erdoğan’a karşı yapılan darbede demokrasinin safında yer aldık. Darbecilerin karşısındaydık. Şimdi partimiz yine milletin seçtiklerinden korkan, onun yerine atadıklarına yönettirmek isteyen, sandıkla geldiği halde sandıktan kaçan, ‘İşime geldi, demokrasi trenine binmiştim. İşime gelmedi, ikinciliğe düştüm, şimdi indim’ diyenlere karşı, yani 19 Mart darbecilerine karşı 15 Temmuz darbecisine nasıl yüz vermediysek, onlara da vermedik. Onun da karşısına dikildik.”
Nirvana Mediterranean Excellence Jolly’de!
Kemer’de Doğanın Kalbinde Lüks Bir Tatil Deneyimi İçin Jolly’den Nirvana Mediterranean Excellence’ta Rezervasyonunuzu Yapın!
Jolly Tur
“ÇIKIP DA MİLLİ İRADEDEN BAHSEDEMEZSİNİZ”
“Geçen sene 1 Ekim’de burada konuşup, 2 Ekim’de bir bakan yardımcısını siyasi bir mevkiyi… Kendi söylüyor, ‘Eskiden bakanlar siyasetçiydi, bürokratları ve müsteşarları teknik.’ Şimdi bakanlar teknik, yardımcıları siyasidir. ‘Bakanlık ile teşkilatım arasında köprü olacaklar’ dediği bakan yardımcısını İstanbul’a Cumhuriyet başsavcısı atadı. Bir siyasetçiyi Cumhuriyet başsavcılığı gibi bir göreve atadı. İlk iş darbe mekaniğini başlattı ve devamında bugünlere kadar geldik. Şimdi milli iradeye saygıdan bahsediyor. Hem de bir yandan açılan Meclis’te Hatay halkının seçtiği Milletvekili Can Atalay’ın koltuğu boşken. Milli iradeye saygıdan bahsediyor. O Meclis’in yaptığı anayasayla, milletin onayladığı anayasayla AİHM kararları hepimizi bağlarlarken ve bu kararlara rağmen Kavala dokuz yıldır içerideyken. Yine ‘AYM kararlarına uymuyorum ve saygı duymuyorum’ derken. Kaybettiği ilk seçimden sonra demokrasi treninden inlerken. CHP’li belediyeleri silkelerken. Milletin çöpü toplanmasın diye, milletin ayağına hizmet gitmesin diye belediyenin parasına çökerken. Yani milletin zorluk çekmesinden siyasi rant beklerken Cumhurbaşkanı adayımızı iftiralarla suçlayıp sonra da çıkıp milli iradeden bahsedemezsiniz. Esenyurt, Şişli, Ovacık belediyelerimiz seçtikleri başkanlar yerine kayyımlar tarafından yönetiliyorken DEM Partili 10 belediyeye kayyım atanmışken ve belediye başkanları, namuslu belediye başkanları hapislerde yatarken birilerine ‘Gel bakalım. Ya sen gel bize katıl, ya da sen de hapse atıl’ diye muhalefetin belediye başkanlarını hapis tehdidiyle, şantajla partisine katıp utanmadan rozet takma törenleri düzenlerken, kimse bana ‘Erdoğan’ı dinlemek milli iradeye saygıdır’ demesin. Buna kimse inanmaz. Sıkıştığında milli iradeye sarılıp, birinci olunca milli iradeyi baş tacı yapıp, İstanbul’u kaybedince ‘Mundar oldu’ diyeceksin. Mazbatayı iptal ettireceksin. 800 bin farkla gelecek, beş yıl boyunca her yıl kötülüğü yapacaksın, her iftirayı atacaksın. Yine kazanacak, diplomasını iptal ettireceksin. Ondan sonra fotoğraf çektirmeye gelince ‘Milli iradenin tecelligahına geldim’ diyeceksin. Bu milletin iradesi bu ikiyüzlülüğü reddetmektedir artık.”
“342 GÜNDÜR DARBE MEKANİĞİ İŞLETİYORSUN”
“Beyefendi gelmiş, ana muhalefet koltuklarını boş görmüş. Kimyası bozulmuş, nevri dönmüş. O günden beri ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Birazdan söyleyeceğim ama böyle karşında boş koltuk görüp de morali bozulmak, çıldırmak, bunu kendine bir haksızlık olarak görmek varsa, Ey Erdoğan; 342 gündür darbe mekaniği işletiyorsun. 202’nci günündeyiz darbenin. Türkiye’nin en büyük ilçesini kazanan Belediye Başkanım Ahmet Özer’in namusuyla, helal oylarıyla kazandığı koltuğu 342 gündür boş. Beşiktaş Belediye Başkanı Rızamızın 263 gündür koltuğu boş. Beykoz Belediye Başkanı Alaattin Köseler’in 217 gündür, Şişli Belediye Başkanı Emrah Şahan’ın koltuğu 198 gündür boş. Beylikdüzü Belediye Başkanının koltuğu boş, gidip bakarsan hücresindeki yatağı da baş. Ya revirde, ya devlet hastanesinde, ya üniversite hastanesinde, ya yine cezaevinde. Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün‘ün 125 gündür. Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan kardeşimin 125 gündür. Daha evvelki gün evliliğinin birinci yıl dönümüydü. Nikah şahidi olduğumun Utku Caner Çaykara’nın 125 gündür. Ceyhan Belediye Başkanı Kadirimin 125 gündür. Oya Tekin‘in Seyhan Belediyesi‘ndeki koltuğu 125 gündür boş. Adana gibi Başkan Zeydan Karalar‘ın Adana’daki koltuğu 91 gündür boş. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in koltuğu 94 gündür boş, iki eli dolu 14 tane hapla. Cezaevinde günde 14 hap içerek yaşama tutunmaya çalışıyor. Şile Belediye Başkanı Özgür Kabadayı‘nın 85 gündür, Beyoğlu Belediye Başkanımız İnan Günay’ın 49 gündür, Bayrampaşa Belediye Başkanımız Hasan Mutlu’nun 21 gündür. Ve İstanbul’u üç kez üste kazanan, AK Parti’yi ve Erdoğan’ı dört kez üst üste yenen, asla ona seçim kaybetmemiş olan ve 19 Mart‘ta gözaltı işleminden sonra onun dördüncü gününde, o tutuklamaya sevk edilirken 15,5 milyon kişinin elinde iki bastonla oy vermeye gelen ninenin, karnında üç aylık bebeğiyle bebeğinin geleceğinin Cumhurbaşkanı’na desteğe giden kardeşimin seçtiği 15,5 milyonun adayı Ekrem İmamoğlu’nun koltuğu boş. Milletin verdiği oylarla doldurdukları koltukları senin yargı kolları başkanın senin talimatınla boşaltacak. Ondan sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletin oylarıyla doldurduğu o koltuklar sana ikiyüzlülük yapmayasın diye; özün darbeci, sözde demokrat numarası yapmasın diye boş kalınca sinirleneceksin. Hadi oradan sen de başka kapıya.”
“SANA BEN BİR ŞEY DEMEM, RAHMETLİ ERBAKAN SÖYLEMİŞTİ”
“Hala ortada bir iddianame yoktur. Kimse neyle suçlandığını bilmemektedir. Bir tane delil, bir tane kanıt yokken yargısız infaz yapılmakta, açıktan haysiyet cellatları tarafından arkadaşlarımızın onuruyla, şerefiyle, namusuyla oynanmaktadır. Bugüne kadar bunu Anadolu Ajansı‘ndan yaptıkları yalan servislerle; boş bir kasa yerine, içinden Euro‘lar çıkarılan kasa… ‘Tutanakta kasa boş’ diyorsun, ‘Stok görüntü servis ettik’ diyorlar. Kendi kalemşörleriyle, yargıdaki köşeleri dağıttığı ve kendinin bütün yanlışlarını savunanlarla, yandaş televizyonlardaki her türlü haksızlığa gözünü yummuş, vicdanını saraya vermiş yorumcularla haysiyet cellatlığı yapıyordu. O koltukları boş gördükten sonra çıktı ve dedi ki ‘Rüşvet aldılar, belediyeleri soydular, açık açık kul hakkına girdiler.’ Bu sözle söylenmez, bunun iddiası ispata muhtaçtır. Önce şahit lazım, delil lazım. Bunlara dayanan namuslu bir iddianame lazım. Yetmez; yargılama, savunma, delillerin tartışılması, karar lazım. Yetmez; İstinaf’ta onay lazım. Yetmez; Yargıtay’da kesinleşme lazım ki birisine bu suçu söyleyebilirsin. Daha sadece tutuklama kararı olup da bir satır iddianame ortada yokken arkadaşlarıma ‘rüşvetçi’, ‘hırsız’, ‘dolandırıcı’ diyecek adamın alnını karışlarım. Bu kadar iftira, kul hakkına girdikten sonra sana ne diyeyim? Sana ben bir şey demem. Bir benzerini yaptığında geçen günlerde hocan olduğunu hatırladığın rahmetli Necmettin Erbakan sana demişti ki ‘Sen bunları yaptıktan sonra ömür boyu alnını secdeden kaldırmasan bu vebalden kurtulamazsın evladım.’”
“KİMİNLE NASIL KONUŞTUĞUNUZU BİLECEKSİNİZ”
“Bir yandan da susuyoruz, sabrediyoruz. Aylarca Meclis’e gelinmemiş. Bir kelime etmemişiz. Yaşa hürmet ediyoruz ama dönüp dönüp haksızlıklar yapılıyor. Bana söylenenlere sustum, yuttum. Bir sürü haksızlığı duymazdan geldim. Zaman zaman bazı önemli açıklamaları da kıymetlendirdim. ‘İddianameler yazılsın’ dendi diye, ‘Tutuksuz yargılamayı esastır’ diye. Şimdi bugün çıkmış, bu Meclis’in ilk grup toplantısında Sayın Bahçeli. Aynı promptere aynı metni kes – kopyala – yapıştır atmışlar. Okuyor oradan: ‘Şikayet eden CHP’li, şikayet edilen CHP’li, itirafçı CHP’li, rüşveti alan CHP’li, veren CHP’li.’ Külliyen yalan. Soruyorum buradan hangi şahitler CHP’liymiş? Gizli tanık dediği odun isimleri ile Ladinler, Çınarlar söylediği, çocuk tacizcisi olan gizli tanık mı CHP’li? Ya da üç kuşak babasından kalan malına mülküne çökülüp de ‘Geçmişte AKP‘den ihale alıyordu, şimdi İBB‘den almış’ diye malına çökülen, şimdi de ‘İmza atarsan, sana bunları geri veririm’ deyince iftiranamelere imza atan işadamları mı CHP’li? Ya da insanları çoluğu, çocuğuyla tehdit eden, ‘Bu imzayı atmazsan evladının yüzünü 20 yıl göremezsin’ diyen, 80 yaşında anasından 500 kilometre öteye evlatları yollayan, hasta 26 yaşındaki çocuğu hücreye tıkıp babasına ‘At artık imzayı, çıkar oğlunu’ diyen, kendini itirafname imzalamaya çağırıp yoldayken eşini gözaltına alıp ‘Onun çıkması senin atacağın imzaya bağlı’ diyenlerin kurduğu kumpasın ne tarafı CHP’li? Ama Sayın Bahçeli buraya kadar geldi. Öyle ‘O CHP’li, bu CHPli.’ Hırsıza ‘CHP’li’, yolsuza ‘CHP’li’. Kiminle konuştuğunuzu, nasıl konuştuğunuzu bileceksiniz. Bakın bütün Türkiye konuşuyor, birileri susuyor. Ankara’nın ortasında vurulan MHP’li, vurup da yargılananlar, mahkemede söylüyorlar; MHP’li. Azmettirenler MHP’li. Serbest bırakıldıktan hemen sonra susturulan MHP’li. Susturanlar MHP’li. Azmettirenler MHP’li. Konuşmayan bir tek sensin MHP’li. Bir tek sensin. Hak etmediğimi duyarsam hak ettiğini duyarsın. Bu partinin evlatlarına, suçsuz evlatlarına hazımsızlıkla iftira atanların hak ettikleri sözü duymalarlarının vakti çoktan gelmişti. Bundan sonra da duyacaklar. Hodri meydan. Haydi bakalım. Bir daha duyduğum anda ‘Hırsız CHP’li, bilmem ne CHP’li’; anlatacağım kimler, hangi suç örgütleri ile birer birer ilişkili. Bu yüzden buradan sonra gösterdiğimiz sabrı, anlayışı, yaşa saygıyı, Türkiye’nin içinden geçtiği kritik süreçte üzerimize düşen, hepimizin üstüne düşen görevi, bundan dolayı duyup da duymadığımızı, sustukça sustuğumuzun sonunda geldiğiniz nokta; sağlık dilediğimiz grup toplantısında çıktığınız ilk kürsüde arkadaşlarımızın haysiyetiyle oynayan, hak etmediğimi duyuran, hak ettiğini duyacak bundan sonra.”
“ZEKERİYA ÖZ’ÜN İDDİANAMESİNE DE ‘TUĞLA GİBİ’ DİYORLARDI”
“Şimdi bazı yandaş kalemler ‘İki bin sayfa iddianame’ diyor. Hazır, o kadar da güzel. Hemen manşete ver; ‘Tuğla gibi iddianame hazır’ diyor. Dersiniz. ‘Tuğla gibi iddianame’yi Google’a yazın bir bakalım, kim söylemiş? 2 bin 500 sayfalık Zekeriya Öz’ün iddianamesi çıkmazdan 10 gün önce devrin Zaman Gazetesi, Bugün Gazetesi ve bugünün iktidar yanması Yeni Şafak’ı, Sabah’ı, hepsi birden Zekeriya Öz’ün iddianamesine ‘tuğla gibi iddianame’ demişlerdi. Şimdi bugünün Zekeriya Öz’lerinin yazdığı iddianameyi aynı kelime oyunuyla, aynı manşetlerle söylemeye çalışanlara söylüyorum. O ‘tuğla gibi iddianamede’ Kuddusi Okkır’a ‘örgüt kasası’ diyorlardı, cenazesini Silivri Belediyesi kaldırdı. Ali Tatar‘a ‘suikastçı’ dediler, beylik silahıyla canına kıydı, masumiyeti eninde sonunda ortaya çıktı. Türkan Saylan‘a ‘ajan’ diyorlardı o iddianamede, tuğla gibi. ‘Tuğla gibi iddianame’ İlhan Selçuk’a ‘darbeci’ diyordu. ‘Tuğla gibi iddianame’ Mustafa Balbay‘ı, Mehmet Haberal’ı Tuncay Özkan’ı müebbet hapisle cezalandırıyordu. Şimdi bu arkadaşlar, bu büyüklerimiz alınları açık, başları dik bu Meclis’in koridorlarında geziyorlar. Zekeriya Öz ‘tuğla gibi iftiranameyi’ yazdı, sıçan gibi kaçtı sonunda. Şimdinin ‘tuğla gibi iddianamesi’ Ekrem İmamoğlu‘na ‘örgüt lideri’ dese ne olur, hapiste yatan arkadaşlarımıza iftira atsa ne olur? Biz o tuğla gibi iddianameyi bekliyoruz. Yargılamak için değil, yazanları yargılamak için. ‘Tuğla gibi iddianame’yi bekliyoruz, yıllardır, aylardır yapılan haysiyet cellatlığına o iddianamede nasıl kılıf uydurmuşlar görmek için. Göremezsek sormak için, yazdıklarını çürütmek için. Eninde sonunda herkes şunu bilsin: Cumhuriyet Halk Partisi yargıya saygılıdır. Savcılık, hakimlik, avukatlık gibi en kutsal meslektir. Bu mesleği yüreğine adalet dağıtmak düşenler. Ama kendilerini birilerinin siyasi operasyonuna alet edenler, sabahleyin vicdanlarını evde askıda unutup gittikleri kürsülerden haksızlık edenler, bir gün yatarı olmayan suçtan; 2911’den… 100’üncü gün Saraçhane‘ye gelmişler, dağılmışlar ve metroya gitmişler. Metrodan öğrencileri toplayacaksın, velev ki suç işlediler, bir gün yatarı yok. Hiç sabıkası yok, ilk kez giriyor. 80 gün cezaevinde yatıracaksın. Anasını, babasını perişan edeceksin. Yaz tatilini zehir edeceksin. İbret-i alem için tutup o çocukları okullar açılırken salacaksın. Sonra da ‘Ben hakimim, ben savcıyım, ben adalet dağıtmaya geldim’ diyeceksin. Şu kadarını söyleyeyim: İktidarımızda hiçbir partinin değil, vicdanının sesini dinleyenler; hiçbir siyasinin talebini değil, adalet talebini duyanlar, namusuyla adalet dağıtacak olanlar tam bir yargı bağımsızlığına, tam bir hakim güvencesine sahip olacaklar. Onlar adalet dağıtacaklar. O olsun diye Allah’ın izniyle iktidarımızın ilk başında bugünkü adalete yerleşmiş; başta Beyaz Toroslar, AK Toroslar çetesi olmak üzere bütün çeteleri dağıtacağız, adalet dağıtılmasının önünü açacağız.”
“‘BEN NE YAPARIM?’ DİYORSAN BU KİTAP SİZE EMANET”
“O zaman ne yapabilirsin? ‘Hak, hukuk, adalet’ diye bu işin bir tarafından nasıl tutabilirsin? Çağrıldığın meydanlara koşmak, o meydanları doldurmak… Bu meydan Anadolu’nun her bir yerinde olabilir, İstanbul’un bir ilçesinde olabilir. Bu pazar olacağı gibi Brüksel’de bir meydanda olabilir. Gitmek, ahlaki üstünlüğü psikolojik üstünlüğe çevirmek, psikolojik üstünlükler birlikte çoğunluk enerjisini meydanlara taşımak, mücadeleyi desteklemek en önemli güç. Hiçbirini yapamayanlar ama ‘Bir şey yapmak istiyorum’ diyenler için de bir çağrım var. 19 Mart darbesini, olduğundan önce nasıl geldiğini anlatan; darbeyi, Saraçhane‘yi anlatan; o günden bugüne kadar yaşanan her şeyi anlatan; önsözünü benim, son sözünü Ekrem İmamoğlu’nun yazdığı; Yavuz Oğhan’ın emeğiyle kaleme alınmış; kimsenin üstünden bir lira para kazanmayacağı bir kitabımız var. Bu kitabın geliri 19 Mart darbesi kime zarar verdiyse; işsiz kalan bürokratımızın evladına sahip çıkmak için, ailelere sahip çıkmak için, yurttan atılan öğrencilerin yurt parası için, bursu kesilen öğrencilerin burs parası için, ‘Ben ne yaparım?’ diyorsan millete emanet. Bu kitabı sizlere emanet ediyorum. Hepinize emanet ediyorum.”
“MECLİSİ SAYGIN, VATANDAŞI PERİŞAN ÜLKE OLMAZ”
“Tabii koca bir yaz bu kadar hukuksuzluk, bu kadar haksızlık, bu yaşananlar ama esas bir de yaşayamayanlar var. İşsizlikten dolayı evine ekmek götüremeyenler, aldığı maaşla geçinemeyenler, onurla hizmet ettiği memlekette emekli olunca unutulanlar ve büyüyen yoksulluk var. Genel Kurul’a yılda bir kez gelip konuşup giden Erdoğan’ın kimyası bozulunca ve dönüp dolaşıp edecek laf bulamayıp, ‘Bu yapılanlar Meclis’e saygısızlıktır’ deyince şöyle bir baktım; ‘Bir meclisin saygınlığı neyle ölçülür?’ Bir meclisin saygınlığı onu seçenlerin memnuniyetiyle, onu oluşturanların sorunlarını çözme kapasitesiyle ölçülür. Bu ülkede yedi milyon asgari ücretli, en düşük maaşı alan 4 milyon emekli, ama hemen onun üstündeki dilimlerde 11 milyon emekli, ürünü para etmediği için topraktan kopan milyonlarca çiftçi, geleceğinden umutsuz gençler varken bu Meclis nasıl saygın olabilir? Meclis’i saygın, vatandaşı perişan bir ülke olmaz. Vatandaş perişansa o mecliste saygınlık aranmaz. Yaz boyunca mücadele eden, çalışan, direnen milletvekillerimin huzurunda 70 gün deniz, kum, güneş ile yaşayan, buna doyan iktidar milletvekillerini hatırlatmak gerekiyor. Bu Meclis’i kapatıp kaçtığınızda 26 bin 400 lira olan açlık sınırı, şu an 28 bin lira oldu. 89 bin lira olan yoksulluk sınırı 91 bin liraya ulaştı. Bugün beş asgari ücretli ya da altı emekli maaşlarını birleştirseler, yoksulluktan altısı birden ancak birini kurtarabiliyorlar.”
“ERDOĞAN’IN MÜJDESİNE BİR DE YAKINDAN BAKALIM”
“Siz 17 bin liralık asgari ücreti seçim döneminde, asgari ücret o zamanlar 14 bin liralardayken gerekirse enflasyon tek haneli rakamlara ulaşana kadar ‘Yılda dört kez güncelleyeceğiz’ demiştiniz. Seçimden sonraki yıl asgari ücreti sadece aralık ayında belirlediniz ve bir yıl boyunca bir kuruş zam yapmadınız. 17 bin liralık asgari ücreti geçen sene 22 bin liraya çıkarttınız. Şu anda asgari ücretin 17 bin liradan 22 bin liraya çıktığı güne göre alım gücü 16 bin 500 lira. Dokuz ayda buraya geldi ve üç ay daha eriyecek. Geçen sene yaptığınızın bir benzerini yapmaya, yani gerçek enflasyonu değil; TÜİK enflasyonunu, onu da değil; planladığınız, hedeflenen enflasyonu zam diye vermeye hazırlanıyorsunuz. Asgari ücreti utanmadan, sıkılmadan yüzde 20 arttırmaya niyetleniyorlar. Bu yılın sonunda asgari ücreti 26 bin lira, 26 bin 500 lira yapmaya, bir yıl boyunca da böyle tutmaya niyetleniyorlar. Asgari ücreti yüzde 44 enflasyon varken, geçen sene yüzde 30 artırıp milleti bu hale getirenler, şimdi aynı kötü niyetle adım atmaya niyet ediyorlar. Ve utanmadan, sıkılmadan dün çıktı Erdoğan, diyor ki ‘Kişi başına gelirimiz 17 bin dolara yükseldi. Bunu size müjdeliyorum.’ Erdoğan’ın müjdesine bir de yakından bakalım. Asgari ücret 22 bin lira, bir yıllık asgari ücret 6 bin 370 dolar. Erdoğan diyor ki, ‘Kişi başına 17 bin dolarımız var.’ Emekli aylığı 16 bin 800 lira, yıllık 4 bin 860 dolar. Yetim aylığı yıllık bin 200 dolar, yaşlılık aylığı bin 550 dolar, engelli aylığı yıllık bin 240 dolar. Erdoğan diyor ki ‘17 bin dolar milli gelire ulaştık.’ Bakın 17 bin dolar milli gelir, Erdoğan’ın söylediği. Bir asgari ücretli, bir emekli, bir yetim, bir engelli, bir yaşlı bir araya gelseler 15 bin 220 dolar, beşinin toplamının ortaya koyabildiği toplam geliri. ‘Kişi başına 17 bin dolar’ diyor. Bunların Türkiye’deki toplamı 30 milyon. Bu 30 milyon kişinin beşi bir araya gelse, emeklisi, asgari ücretlisi, dulu, yetimi, yaşlılık maaşı alanı, Erdoğan’ın dediğinden halen daha 2 bin dolar kaybı var bunların. Ve utanmadan sıkılmadan 30 milyon kişinin beşinin birleşerek alabildikleri bir parayı, herkesin aldığını söylüyor. Neden? Hesap belli. Toplam parayı bütün nüfusa bölüyorlar.”
“HER FIRSATTA İFŞA EDECEĞİZ”
“Maalesef çarşı – pazar market fiyatları her ay, hatta her hafta değişiyor, güncelleniyor. Milyonlarca ücretlinin ise maaşı yılda bir kez artırılıyor. Şimdi yeni bir rakam, vatandaşın 2,5 trilyon lirası kredi kartına borçlu, 650 milyar liralık kredili mevduat borcu. Toplam borç 3,1 trilyon lira olmuş. Geçen sene 2 trilyonmuş, bir senede 3,1 trilyona çıkmış. Ve bunlara uygulanan faiz, yani kredi kartına ve kredili mevduata. Hiçbir şey yok kalmamış cepte. Ayın sonu gelmiş, gidiyor bankaya, kredili mevduatı çekiyor. Eksi 5 bin lira oluyor. Ya da kredi kartını harcıyor, borcunu ödeyemiyor. Orada uygulanan faiz. Hem de alt sınırı ödüyor, üstüne uygulanan faiz. Bunlar aylık yüzde 4,5. BSMV, bankacılık sigortacılık muamele vergisi, KKDF, kaynak kullandırma destekleme fonu, yüzde 30 da vergi koyuyorlar. Vergi kimden alınır? Vergi kazanandan alınır. Bu bitmiş, tükenmiş, artık eşten dosttan geçici borç da bulamamış, yüzde 4,5 çıplak, üstüne yüzde 30 faizle yüzde 5,85’le bu kişilerden faiz kesiyorlar. Bileşik, yılda yüzde 95. Yani düşmeye gör. Kelimenin tam anlamıyla düşmeye gör. Evet, faizler yüksek. Firmalar kredi kullanmakta zorlanıyor. Kredi faizleri yüksek. Ama hiç olmazsa enflasyonun biraz üzerinde bir yerlerde. Buradaki yüzde 95 neyin nesi vicdansızlar? Bu o kartın borcunu buradan çekip kapatana uyguladığınız faiz. O çocuğuna tek muzu kredi kartıyla çektirip, onun da asgarisini ödeyebilene ödettiğiniz faiz. Yüzde 95. Buradan Meclis’e, grup başkan vekillerimiz, Plan Bütçe Komisyonu üyelerimize sesleniyoruz. Bu durumu her fırsatta ifşa edelim. Anlatalım. Kanun teklifleri verelim. Araştırma önergeleri verelim. Asgari ücrete yüzde 20 zammın hedeflendiği yerde, ödenemeyen kredi kartına, asgarisi ödenen kredi kartına, bankadan nakit çekilen 3 – 5 – 10 bin liraya yüzde 95 faize savaş ilan ediyoruz. Bunu düşürene kadar, Meclis zeminde ve meydanlarda hep beraber mücadele edeceğiz. Garibanın sırtından bu keneleri söküp atacağız.”
“8,5 MİLYON ÇOCUK YOKSULLUK SINIRININ ALTINDA YAŞIYOR”
“Diğer taraftan Türkiye’de 22 milyon çocuğumuz var. Bunların 8,5 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Neredeyse 10 çocuğumuzdan dördü yoksun. Ve sonra çıkıp ‘Türkiye yüzyılı’ diyorlar. Hangi yüzle? Hangi yüzyıl? Aç kalan çocukların yüzyılı mı? Bakın genel merkezimizde çaycı arkadaşımızın kızı Defne’nin eline bir kağıt vermişler. Arkadaşımız da kağıdı bize getirdi. Diyorlar ki Defne’ye, Defne’ye söyledikleri şu, ‘Sandviç, meyve suyu, elma, fındık, su.’ Bunların toplamı; sandviç 70 lira, meyve suyu 20 lira, elma 20 lira, fındık 50 lira, su 15 lira. Toplamı 175 lira. Sandviç, meyve suyu, elma, fındık, su. Toplam 175 lira. İkinci sınıftaki Defne’nin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ‘Okula gelirken bunları getir’ diye eline verilen pusula, 175 liraya bu çantayı dolduruyor. Bir avuç değil fındık, bir su, bir küçük meyve suyu, sandviç, elma. Peki, bunu yapmayalım, o zaman Defne’ye verelim kantinden kendisi alsın. Bakın TÜİK‘e söylüyorum. Hani enflasyonu, Tayyip’i üzmeyen istatistik kurumu olarak belirliyorsunuz. Ona göre de zam verilmesini sağlıyorsunuz. Hatta o da değil hedef enflasyona gidiyorlar daha da aşağısını veriyorlar. Geçen sene tost 45’miş, bu sene 80. Ayran 10 liradan, 20 lira olmuş. Simit 15 liradan, 20 lira olmuş. Şişe suyu 10 liradan, 15 lira olmuş. Bisküvi 15 liradan, 25 lira olmuş. Kantinin enflasyonu yüzde 68. Bugün okullar bu ayın başında açıldı. Ve cebinde para olmayan, işi olmayan, asgari ücretle geçinmeye uğraşan insanların, hatta çocuğu işsiz diye toruna emekli maaşıyla harçlık veren insanların muhatap olduğu enflasyon bu enflasyon. Yüzde 68. Bu yüzden buradan açıkça söylüyorum. Bu ülkenin hiçbir çocuğu, bir tanesi kantine koşup çift kaşarlı tostu yerken, öbürü öbür köşeden bakmasın diye, çocuğun bir tanesi kana kana temiz su içerken, öbürü tuvalet çeşmesine ağzını dayamasın diye, çocuğun birinin gözleri kıpır kıpırken öbürü önüne bakarak kantinin önünden geçmesin diye bu ülkede bir şeyi değiştirmek lazım. Bu zalim düzeni değiştirmek, halkın iktidarını kurmak lazım. Bunun mücadelesini veriyoruz. Bunun için asla ve asla ‘Dayanın’ demeye dilim varmıyor. Dayanılacak iş değil bunlar. Ama kimse umutsuzluğa kapılmasın. Çocukları aç bırakan bu iktidarı göndereceğiz.”
“OKULLARDAKİ BU HİZMETLERİ CHP’Lİ BELEDİYELER YAPACAK”
“Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında okullarda her gün ve her öğün dört kap sıcak yemekle çocuğun çorbasını, proteinini, tatlısını ve meyvesini okuldaki okul yemeği ile bütün çocuklara ayrımsız ve ücretsiz vereceğiz. Okula başlayan çocuklar için her sene ağustos ayının 15’inde, ailelerinin hesabına bugünkü parayla 10 bin lira okula başlangıç ya da okula dönme desteği vereceğiz. Bu rakam bazı sendikalarda 23 bin lira, bazılarında 25 bin lira diye hesaplanıyor. Biraz önce adını söylediğimde arkadaşlar İnan Güney için alkış yaptılar. İnan Güney Beyoğlu Belediye Başkanı. Bir emekli cafe açılışı yapıyoruz. Kahvaltı ediyoruz, açmışlar da. Emekliler çok memnun, etrafımızda gazeteciler kalabalık. Ara bir hanımefendi ‘İnan Bey, İnan Bey’ dedi. Böyle iki kameramanın arasından. Çekti böyle oğlunu gösterdi. ‘Okuldaki su için çok teşekkürler’ dedi. İnan ‘Eyvallah ablacığım’ falan dedi. Gitti. ‘Nedir okuldaki su?’ dedim. Dedi ki ‘Genel Başkanım bizim Beyoğlu’nu millet zengin bilir, fakiri çok daha fazladır. Okullarda çocuklar kantinden bir su alacaklar 15 lira. Fakir çocuklar dönüyorlar, gidiyorlar, tuvalet çeşmesinden su içiyorlar. Onun için okullara gittim, su sebilleri götürdük, kurduk. Arıtma sistemli. Beyoğlu’ndaki okullarda, izin veren bütün okullarda artık su sebili var. Zengini – fakiri bedavaya iyi su içiyor’ dedi. Ben de bunu Gökan Zeybek‘e söyledim bütün belediyelere yazdık. Örneğin İstanbul’da Tuzla’da tüm okullara yapabildik. Bazı yerde hiçbir okula sokmadılar. Ama buradan bütün okul müdürlerine, milli eğitim müdürlerine, kaymakamlara, valilere sesleniyorum. İktidar baskısıyla korkup da böyle bir işin önüne geçen o sabiciklerin vebalini alır. Buradan bir kez daha tekrarlıyoruz. Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin olduğu, hatta yakınınızda CHP’li belediyelerin olduğu yerde izin veren bütün okullara bedava su sebili, hafta sonu dip bucak temizlik, her gün sabah erken erkenden temizlik için ve ihtiyaç duyduğunuz ne varsa onu yapmak için, bizi silkeleyip de maaş ödeyemesinler, çalışamasınlar diyen ceberut iktidara inat, okulun kapısına güvenlik koymak için, temizlikçi tutmak için, velilerden kayıt parası alan bu vicdansızlara inat, çağırın bizi, bu hizmetleri CHP’li belediyeler yapacak.”
“ARTIK KALİTELİ EĞİTİME SADECE ZENGİNLER ULAŞABİLİYOR”
“Bu iktidar döneminde maalesef kaliteli eğitim, sınıfsal bir hakka dönüştü. Belli sınıfların ulaşabileceği, yoksulların mahrum kaldığı bir noktaya geldi. Artık kaliteli eğitime sadece zenginler erişebiliyor. Bu da yetmez gibi şimdi 12 yıllık zorunlu eğitimi kısıtlamak ve kısaltmak istediklerini ifade ediyor Milli Eğitim Bakanı. Buradan söylüyorum: Zorunlu eğitimi kısaltmak; çocuk işçiliğini yasallaştırmak ve çoğaltmaktır. Çocuk işçiliğinin yarattığı iş kazaları ve o güvencesiz ortamlarda sabilerin hayatlarını kaybetmesi çok daha artacaktır. Zorunlu eğitimi kısaltmak; kız çocuklarının eğitim dışına ertelemesi demektir. Zorunlu eğitimi kısaltmak; eşitsizliğin büyümesi, toplumsal uçurumun derinleşmesi demektir. Peki, kim istiyor bunu? Tarikatlar ve bazı gözü dönmüş patronlar. Kim istiyor? MÜSİAD mesela istiyor. ‘Çocuklar erken yaşta işgücüne katılsın’ diye önerisi var MÜSİAD’ın. Tarikatlar istiyor, ‘Kız çocukları okulda olmasınlar’ diyor. Bakan çıkıp bu talepleri bir kılıf içine sokup, bunu da Meclis’ten geçirmek üzere bu sene içinde çaba sarf edeceklerini söylüyor. Buradan Bakana söylüyorum: Bugüne kadar yurt yapmadınız, tarikatların kucağına gençleri gitmek için. Kreş yapmadınız, kadını evlerde tutmak, sosyal hayattan, iş yaşamından uzak tutmak için. Şimdi sorunlu eğitimi kısaltıyorsunuz. Oysa okul öncesinin de eklenip zorunlu eğitimin daha da uzaması gerekirken. Lise sonun dört olması üç olması… Bunlar eğer konuşulacaksa da azaltılan kısmın mutlaka okul öncesine önce bir yıl, sonra iki yıl diye eklenmesi lazım. Bazı çocukların el becerisi üç yaşında, dört yaşında ya da bazı çocukların eksiklikleri, kusurları üç yaşında keşfedilirken; bazı çocuklar buna ancak altı yaşında, yedi yaşında kavuşuyorsa, bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Ara eleman eksiği varmış, doğrudur. Ama DPT’yi kapatırken,, doğru planlamalar yapmazken, mesleki eğitimi amacına uygun sanayi siteleri ile birlikte akıllıca planlamazken bunları düşünecektiniz. Ara eleman eksiği varmış. Ya bugün Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda 5 milyon genç var. Kim yarattı bunları? Onlara iş bulamıyorsun, ortaokul çocuğunun ucuz emeğine göz dikiyorsun. Zorunlu eğitim dışı kalan çocuk sayısı geçen sene 442 bindi. 442 bin çocuk bakanlık kayıtlarına göre kayıp. Yani yaşına bakıyorsun okul yaşında, nüfusta var, okulda yok. 442 bin çocuk. Bu sene yüzde 38 artarak 611 bine ulaştı. Bunlar gitmesi gereken okula gitmeyip çalıştırılan çocuklar, dilendirilen çocuklar, ucuz işgücü olarak kullanılan çocuklar. Şimdi bununla mücadele etmek yerine, bunu kurumsallaştırmaya çalışan bir anlayışla karşı karşıyayız.”
“SENİN KARŞINDA YÜZDE 65 VAR”
“Ve diyor ki utanmadan, ‘Zorunlu eğitimin kısalması için bir kamuoyu oluştu. Ben muhalefetin fikrini almak zorunda değilim.’ Yahu anketlere bakarsan en kabadayı çıktığınız yerde bu yanlışa MHP de ‘Evet’ derse hepi topu 35 – 36’sınız. Karşınızda yüzde 65 var. Sen ‘Bu yüzde 65’in fikrini almak zorunda değilim’ diyorsun, sonra ‘Kamuoyu oluştu’ diyorsun. Daha beterini söyleyeyim. İtiraz ediyorsa, gelsin Gölge Bakanımız, Bakan Yardımcımız izah etsin. Hem kendi yüzde 35’lik kısmı var, hem de anketlerde AK Partili kadın seçmenin AK Parti’den en memnuniyetsiz olduğu alan, çocuğunun olduğu eğitim. Yüzde 19. Yani yüzde 65’i dışlıyorsun, yüzde 35’lik kısımda da yüzde 19 memnuniyet var yaptığın işe. Beşte biri. Yani bu dediğine ‘Memnunum’ diyen herkes ‘He’ dese yüzde 7’si Türkiye’nin. Ne kamuoyu oluşmuş? Ama bir kamuoyu oluştu mu? Evet, oluştu. Neydi biliyor musunuz? Çocukların sabahın köründe gözün görmediği okula gitmemesi için bir kamuoyu oluştu. Israrla üzerinde durduğumuz sizin de ısrarla inat ettiğiniz, tam sekiz yıldır süren kalıcı yaz saati uygulamasından dönülmesi için milli mutabakat oluştu. Milli mutabakat. Damat Bakan dokuz yıl önce ‘4,5 milyar tasarruf edeceğiz’ demişti. ‘Bütün dünya buna geçiyor’ demişti. Ülkenin saatini 365 gün boyunca Doğu’dan geçen saat dilimine göre ayarladılar, bıraktılar. O günden bugüne burada tasarruf edildiğini ispatlayabilen bir kişi çıkmadı, aksine bir sürü çalışma var. ‘Bütün dünya buraya geçecek, öncü oluyoruz’ dedi. Avrupa’da uygulayan bir tek Belarus var. Ama sabahın kör saatinde, güneş doğmadan, doğması gerektiği saatte, saat ayarlanmadığı için kadın işçiler servise giderken tedirgin gidecekler. Küçücük çocuklar okula giderken karanlıkta gidecekler. Karanlıkta gidilip gün yüzü görülmeyen, sabah ışığı ile karşılaşmadan okulda kitabın sayfasının açılmasını bütün eğitimciler karşı. Bu konuda bir mutabakat var. Bunun için çaba göstermek lazım. Milli Eğitim Bakanı’na da Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı’na da sesleniyorum. Grubumuzu da ailelerin, kadınların ve toplumun talebi olan bu uygulamadan geri dönülmesi için bunun da Meclis’te gündemleştirilmesini bekliyoruz.”
“İŞÇİLERİ GREVE DOĞRU İTİYORLAR”
“Bir diğer mesele küçük bir başlık, ama söylemek çok önemli. Tarım Kredi Kooperatifler Birliği’ne bağlı GÜBRETAŞ’ta işçiler 97 gündür grevde. İşçi mi suçlu? Hayır. Ne var? 19 aydır bir kuruş zam alamamışlar. Bunun için grev yapıyorlar. Ama bu niye çözülmüyor diye baktığımızda, birilerinin bunu çözmemeye çalıştığını, GÜBRETAŞ’ın pahalı olduğunu, bunun için işçilere zam yapılmaması gerektiğini ve işçileri greve doğru ittiğini görüyoruz. Tam gübre lazım olduğu sırada Eti Gübre’den 10 bin ton gübre alımı yapmışlar. Kime ait? Cengiz Holding’e ait. Yani birileri çiftçinin dostu, iyi örgütlü, kuvvetli bir dağıtım ağına ve kooperatif ağına sahip GÜBRETAŞ’ı bilerek, hem zarara, hem iflasa, hem greve iterken; bir taraftan yandaşın bir tanesi yine kesesini dolduruyor. Bu konuya dikkat çekiyoruz. GÜBRETAŞ’a bundan sonra daha da yakından bakacağız. Herkes bunu bilsin, bu tertibin sahipleri bilsin.”
“NORMALDE, BİR YIL SÜRER BU LAFTAN SONRA BİR ARAYA GELMEK”
“Diğer taraftan Erdoğan kendi payına çalıştı, yetmedi. Zenginlere çalıştı, yetmedi. Yandaşlara çalıştı, yetmedi. 40 Haramiler’e çalıştı, yetmedi. Şimdi Trump’a çalışıyor. Beş dakika görüşebilmek için ne hallere düştük, ben söylemedim. İki ülke arasında ilişkiler bozulsa, liderler çatışsa, çözecek dört tane adam var. Dört insan var. Adam deyip kadın siyasetçilere, kadın görevlilere, bürokratlara haksızlık yapmayalım. İki lider çatışsa, dört kişi çözecek bunu. İki ülkedeki büyükelçiler ve iki ülkenin dışişleri bakanlığı. Diplomasi bunların işi. Sen devirirsin, o düşmeden kaldırır. Sen dağıtırsın, o toparlar. Sen bir yanlış yapacaksan, ya yaptırmaz, ya hasarı azaltır, arayı bulur. Bunların mesleği bu. Erdoğan Amerika’ya gidecek. Gitmeden Türkiye’deki büyükelçi, Barrack, diyor ki, ‘Vallahi Trump çok akıllı. Erdoğan’ı çağırdı. Ona, onda olmayan bir şey verecek. Karşılığında her şeyi alacak. Bu benim aklıma gelmemişti. Trump zeki adam.’ Diyor ki, ‘Çok umutluyum görüşmeden. Ona meşruiyet vereceğim. Onda olmayan bir şeyi. Bak her şeyi alacağım.’ Gelişmiş bir dünyada iki ülke arasındaki görüşmeleri, bu ifadeler en az bir yıl erteler. Bir yıl sürer bu laftan sonra bir araya gelmek. Duymazdan geldi bizimki. Gittiler, indiler Amerika’ya. Bir mikrofon, Fox News soruyor, ‘Ne diyorsunuz İsrail Filistin meselesine?’ diyor. Erdoğan diyor ki ‘Trump çözeceğim demişti bugüne kadar çözemedi.’ Bunu Amerikan Dışişleri Bakanına soruyorlar. Diyor ki, ‘Bu yabancı liderler böyledir. Gelirler, peşimizden koşarlar, beş dakika görüşme için yalvarırlar. Sorunun çözümü Beyaz Saray’dadır, bunu bilirler. Erdoğan da bu hafta görüşecek zaten.’ Ben Ana Muhalefet Lideriyim. İktidar başarısız olursa, eğer bundan millet zarar görmüyorsa sevinirim. Millet zarar görüyorsa, üzülürüm. Ama yurt dışında bu hale düşen Erdoğan da olsa Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanıdır. İnsan hazmedemiyor. Gerçekten utanıyor. Ama bizimkiler buna rağmen, gittiler Dışişleri Bakanı ile el sıkıştılar, gülüştüler. Barrack’ın kravatından çekiştirdiler, şakalaştılar. Menemen bardağı gibi orada dizildi üç tane bakan. Trump döndü imzalar atılırken, diyor ki, anaokulu çocuğuna öğretmeni yapmaz. Çocuğun kişilik gelişimine zarar verir. ‘Şunlara bak’ diyor. ‘Bunlar çok akıllı ya, keşke bu kadar akıllı olmasalardı.’ Makara yapıyor bizimkilerle. Durdular orada, durdular, oturdular. İmzalar atıldı, defteri imzaladı. Ritüeldir, olur. Sözler verildi, muhabbetler edildi, övgüler dizildi.”
“ECZANEDE OTURUYOR OLSAYDIM ‘EYVAH’ DERDİM”
“Zaten Trump gibi adam, hiçbir şey bilmesem, ben yatılı okulda yetişmiş, eczacılık tahsil etmiş bir kardeşinizim. Hani hiç bu işlere girmesem, Manisa’da eczanemde otursam, televizyonu açsam. Trump Erdoğan’a bizim Cumhurbaşkanına bu kadar övgü yapıyorsa, ‘Eyvah’ derim ‘Bir şey var.’ Çok geçmeden ortaya çıktı. Bazılarını gitmeden söylemiştim. Hepsi doğrulandı. Ne dedi giderken? ‘Yanımda mıymış, nereden biliyormuş?’ dedi. Sonra hepsi tek tek kanıtlandı. Trump’ın tweeti ile başladı, şimdi hepsi ortaya açıldı. ‘300 Boeing alacak’ dedim, 250 Boeing aldı. Haberler ilk çıktığında Türk Hava Yolları’na sordular. ‘250 – 225 uçak alacağız ama markasına karar vermedik’ diyor. ‘Airbus olur, Boeing olur. Modellerine karar vermedik’ diyor. ‘Henüz karar vermedik’ diyor. Belli ki pazarlık gücünü elinde tutuyor. Bizimki gitti bir anonim şirket adına, bağımsız, borsada işlem gören bir anonim şirket adına uçak siparişini verdi. Yetmedi, normal boru hattıyla gelene göre çok daha pahalıya mal olacak sıvı doğalgaz, LNG paketi için söz verdi. 20 milyar dolar da oradan zarar ettirdi. Yetmedi; viskisinden arabasına, cevizinden fıstığına bütün Amerikan mallarından vergileri kaldırdı. Gümrükte alınanı. Türkiye’de bu üretimi yapanları perişan etti. Yine, daha gitmeden bir gün önce, Çin mallarına vergi koydu, Trump mallarından vergi düşürdü. Gitti teslim oldu. Bunların karşılığında ne aldı? Ne aldığından önce bir şey daha verdi, onu söyleyeceğim. Çünkü Türk Hava Yolları’nı seviyoruz, 250 Boeing’i belki pazarlık eder, daha iyi alırlardı. Olsun varsın kullanırız. LNG pahalıya alındı ama yakarız, ısınırız. Öbür taraftan gümrük vergisi düşmüş Amerikan malının, Çin’in olmuş. O onların savaşı. Bu tarafı da hallederiz. Ama olacak bir şey var ki, buna asla, hiçbirimiz izin veremeyiz. Dünyada nadir toprak elementleri diye bir gerçeklik var. Ve bu güzel topraklar Allah’a bin şükür üç tarafı denizlerle çevrili, içinden deniz geçen, İstanbul’uyla, Çanakkale’siyle, güzel iklimiyle, balıklarıyla, bitki örtüsüyle, karıyla, güneşiyle, verimli topraklarıyla, güzel insanlarıyla, çalışkan insanlarıyla bu ülkeye her şeyi vermiş, bunu da vermiş. Bazı çalışmalar dünyaya bu elementlere en çok sahip olan rezerv açısından, beşinci ülkenin Türkiye olduğunu gösteriyor. Bakan da öyle söylüyor.”
“ERDOĞAN KENDİ GELECEĞİ İÇİN ÜLKENİN NADİR ELEMENTLERİNİ SATAMAZ”
“Bazı çalışmalar, ‘İlk sekizde yokuz, 9-10-11 olabiliriz’ diyor. Yani bu memleketin başına bir kez daha ve oluşundan, doğuşundan 1071’de Malazgirt’ten girip bu ülkeye sahip çıkışımızdan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le işgalden kurtuluşumuzdan, hepimizin askerde tuttuğu nöbetten, üstünde durduğumuz bu topraklarda bir talih kuşu var. Ama şöyle bir talih kuşu. Bu rezervin yüzde 48’i, bazıları 80 diyor ama net yüzde 48’i kesin Çin’de. Çin kendininkini harcamayıp, dünyadakini bitirmeye çalışıyor. Trump o kadar kanın, gözyaşının arasında bunlar ‘Ukrayna Ukrayna’ derken Ukrayna’ya, ‘Seni kurtaracağım ama nadir elementleri bana vereceksin’ diyor. Bütün hesaplar bunun üzerinde dönüyor. Ve bu elementleri alınca; yeşil enerji, cep telefonu, bilgisayar, tablet, yani bizim Türkiye’de üretmeyip parayla aldığımız, parasını ödeyip aldığımız ne varsa, bu elementler kullanılarak üretiliyor. Üretilmeye de devam edecek. Her yeni icat bunlara bağlı. Teknoloji bunlar üzerinden ilerliyor. Ve şimdi dünyadaki Çin’i de, Amerika’sı da bundan iki sene sonra, hazır ediyor ya orduyu Çin’e saldırmaya. Savaşacaksa da bunun için savaşacak. Biri biriyle barışacaksa da bunun hatırına barışacak. Öyle bir noktadayız. Gitmiş, kapalı kapılar ardında… Benim iddialarımı Bloomberg ilan etti, ne Amerika yalanladı ne de Türkiye. Amerikan kaynakları hepten doğruluyor zaten. Gitmiş bunların pazarlığını etmiş. Bunların en çok olduğu yer Eskişehir’de ve batarya üretimi, akıllı telefon, lazer türbini gibi teknolojiler için çok önemli olan Eskişehir Beylikova‘daki bu madenleri Trump’a veriyor, karşısında meşruiyet alıyor. Bakın bu elementleri toprağın içinde, karışım halinde, başka cevherin içinde alacaklar. 2002 derece sıcaklıkta birini damıtacaklar, 2005 derece sıcaklıkta birini. Teknoloji ellerinde, orada yapacaklar. Bizden bir liraya alacaklar, bunu damıtacaklar, mikron düzeyinde kullanacaklar. Ürettiği cep telefonunu Türkiye’ye satacaklar. Meselenin özü şu: Bir liraya aldığı şey bize bin liraya geri gelecek. Rakam veriyorum. Zaten bütün pazara hakim, reklam reklam olmaz. Apple var ya bu iPhone’ları yapan. Apple’ın ihracatı 391 milyar dolar. Bu nadir elementleri Apple‘a istiyorlar. Türkiye’nin ihracatı; 262 milyar dolar. Geçen sene biri Apple, bir firma. Cep telefonu yapıyor, satıyor; 391 milyar dolar. Türkiye’nin ürettiği ne varsa, tarım ürününden tutun sanayi ürününe, aklınıza gelebilecek fabrikalarda üretilen her şeye; Manisa’daki televizyon fabrikasının 180 ülkeye sattığı televizyon ve buzdolabı da bunun içinde, Türkiye’de üretilen işte örneğin TOGG ihraç ediyorsak bu da içinde, her türlü endüstriyel ürün içinde ve 262 milyar dolar. Sırf Apple 391 milyar dolar. Böyle bir farktan bahsediyoruz.”
“BİZDE O TEKNOLOJİ YOK AMA OLACAK”
“Şimdi bu altın yumurtlayacak tavuğu, bunu şimdi çıkarır Trump‘a verirsen; işleyecek, seneye sana satacak. Eldeki bitecek, 30 yıl sonra bizim torunlar ağzını açıp bakacak. Buradan bir kar yok. Ama Trump‘ın karı çok. Burada vereceği para ne senin karnını doyurur, ne bizim, ne de cari açığı. Kabataslak bir para veriyorlar. Ama bire bin kazanacak bir iş yapıyorlar. Niye? Bizde o teknoloji yok. Olacak. Bu memleket Kurtuluş Savaşı’ndan çıktığında 100 yıl önce Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurduğunda toplu iğne de yoktu. Atın nalına çakacak çivi de yoktu. Ama doğru, dürüst, namuslu çalışıldı. Gençlere güvenildi. Eğitim seferberliği yapıldı. Doğru işler yapıldı. En sonunda Türkiye uçak da vagon da üretebilen, kendine yetebilen bir ülke haline geldi kısa sürede. Bu milletin evlatları 100 yıl sonra biz bir kez daha büyük bir kalkınma hamlesini başlattığımızda bu örümcek kafa Milli Eğitim Bakanlığı’ndan kurtulup yerine dünyayı gören, nasıl çalışılması gerektiğini bilen kadrolar geldiğinde, AR-GE‘ye önem verildiğinde Türkiye bu teknolojilere kavuşacak. Bunlar 20 yıl sonra… Dün bir arkadaş söyledi; ‘maddenin ışınlanması.’ Türkiye’den Avrupa’ya buradan bir madde filmlerde olduğu gibi ışınlanıp oluşacaksa burada da kullanılan teknoloji nadir elementler olacak. Şimdiden altın yumurtlayan tavuğu Trump‘a verip iki yumurtasına razı olmak olmaz. Buradan yalvarıyorum Ana Muhalefet Lideri olarak. Vicdanı olan herkese, aklı olan herkese. Bu ülkenin geleceğini kendi geleceği ile Trump‘a, trampa yapan Erdoğan’a mani olun. Mani olun. Türkiye nadir elementlerle ilgili ayağa kalkmalıdır. Erdoğan kendi geleceği için bu ülkenin nadir elementlerini satamaz. Sattırmayız. AK Partililere de çağrımdır, MHP’lilere de çağrımdır. Millete şikayet ediyorum. Nadir elementler Türkiye’nin geleceğidir. Trump’a verilemez. Sahip çıkalım, sattırmayalım, gençlerimizin geleceğini kurtaralım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sağ olun, var olun.”